Beyşehir Gölü’nün vay başına gelenler!
Kurumaya yüz tutan Beyşehir Gölü ile ilgili Hacettepe Üniversitesi’nde ‘Dr’ öğretim üyesi olarak görev yaptığı yıllarda Prof.Dr. Tayfun Atay’ın 25 yıl önce kaleme aldığı “bir çevrekırım hikayesi” başlığıyla yayınlanan yazısı yeniden gündeme geldi.

Son günlerde Türkiye’nin gündeminden düşmeyen kurumaya yüz tutan Beyşehir Gölü ile ilgili Hacettepe Üniversitesi’nde ‘Dr’ öğretim üyesi olarak görev yaptığı yıllarda Prof.Dr. Tayfun Atay’ın 25 yıl önce kaleme aldığı ve Radikal Gazetesi’nde “bir çevrekırım hikayesi” başlığıyla yayınlanan yazısı yeniden gündeme geldi.
Ancak, bu yazıda Beyşehir ve diğer göllere aşılanan Sudak balığının ardından oluşturduğu tahribatın öyküsü yer alıyor.
Atay, “Türkiye çevrekırım örnekleri açısından oldukça zengin bir ülke. Bunlardan biri de ülkemizin birinci, dünyanın ise üçüncü büyük tatlı su gölü olma ayrıcalığını sahip Beyşehir Gölü’nün son 20 yıl içerisinde başına gelenler.”cümleleriyle başladığı yazısında şu ayrıntılara yer veriyor:
“İnsanın doğal çevre ile giderek ‘sorunlu’ hale gelen kültürel ilişkisinin günümüzdeki durumunu en anlamlı ifade eden terim, ‘çevrekırım’ olsa gerek. Çevrekırım (ecocide) tıpkı soykırım veya etnikkırım sözcükleriyle aynı ağırlıkta bilinçli bir yokedişe vurgu yapar.
Bu açıdan endüstriyel gelişmenin zorunlu, kaçınılmaz ve sanki istenmedik sonucu imiş gibi takdim edilen bir çevre tahribatından öte, bilinç ve istençle gerçekleştirilen bir ‘katliam’dır insanın doğasına yönelik etkinliğinin halihazırdaki niteliği…
Türkiye böylesi çevrekırım örnekleri açısından oldukça zengin bir ülke. Bunlardan biri de ülkemizin birinci, dünyanın ise üçüncü büyük tatlı su gölü olma ayrıcalığına sahip Beyşehir Gölünün son yirmi yıl içerisinde başına gelenler.
Bir zamanlar suyu avuç avuç ve kana kana içilebilen bu göl, şimdi hızla kırleniyor ve kuruyor.
Beyşehir Gölü’nün dünya üzerindeki birçok doğal kaynak gibi, insani müdahalelere maruz kalması oldukça eskilere dayanıyor.
Geç Osmanlı döneminden itibaren Konya Ovası’nda gerçekleştirilen büyük ölçekli tarımsal etkinlik için gerekli suyu bu göl sağladı. Ancak, bu amaçla gölden su çekimi günümüze değin dereceli olarak arttı ve bugün gölün su seviyesi ekosistem için tehlike arz edecek ölçekte düştü. Bunun yanı sıra doğal ve endüstriyel atık artışı, kaçak ve bilinçsiz balık avcılığı, zirai mücadele ve gübreleme amacıyla kullanılan kimyasallar bu ‘tatlı’ gölün giderek tadının kaçmasına neden olan başlıca etkenler arasında kaydediyorlar.
Ancak, ağırlıklı biçimde vurgulanan bir başka neden daha var. Bu, sudak ya da tatlı su levreği denilen, ancak halkın yaşanan sorunu tek bir sözcükte özetleyecek yaratıcılıkta, bilgece ‘dişli’ adını taktığı bir balığın resmi bir tasarrufla yaklaşık yirmi yıl önce göle ‘ekilmesi’dir.
Olaylar, özetle şu şekilde gelişiyor: İçerisinde bir kısmı ‘endemik’ (doğal/göle özgü) olan yaklaşık on tür balığın bulunduğu Beyşehir Gölü’ne 1980 başlarında, ilgili resmi kurumlarca Sudak balığı atılır. Amaç, işlenerek yurt dışına ihraç edilen bu balığın gölde üretimini ve avcılığını yaygınlaştırıp yalnızca yöresel ve geçimlik ölçekte sürdürülen göl balıkçılığını ticari-endüstriyel düzeye yükseltmekti. Ancak, önemli bir sorun var; Sudak balığı etobur olup etten başka bir şey yemez. Diğer balıklar ise gölde mevcut planktonlarla beslenir ve dolaylı olarak gölün otlanmasını engelleyici yönde katkıda bulunurlar.
Sudak, göle girer girmez bu balıkları yemeye başlıyor.İnsanlar bu balığı avladıklarında karşılaştıkları manzaradan hareketle ona ‘dişli’ adını veriyorlar.
Çünkü ağzında ya da karnında sürekli olarak diğer balıklar bulunuyor. Hatta bazen karnı balık dolu, bir de ağzında ‘yedek’ olduğu görülüyor.
Dişli, suda sürekli ağzı açık gezip karşısına çıkan balıkları yutuyor. Kırk santim uzunluğundaki ‘dişli’nin içinden 25 santim uzunluğunda su yılanı çıkıyor.
Bu ve benzeri ifadelerle tasvir ettiği bu ‘yamyam’ balığı halk ‘murdar’ buluyor ve pahalı da olduğu için besin olarak benimseyemiyor.
Kısacası ‘dişli’ kendi dışındaki balıkları ve diğer su canlılarını yiyerek onların soylarının tükenmeye başlamasına neden oluyor.
Başka hiçbir ‘etken’in onbinlerce belki de milyonlarca yıl Beyşehir Gölü’nü ‘yurt’ edinmiş balıkların bu kadar kısa sürede soyunu tüketebileceğini düşünmek mümkün görünmüyor.
Artık ortasından yarılıp güneşe bırakıldığında yarılıp güneşe bırakıldığında yağını kendisi atarak kuruyan, böyle kışın da bol miktarda tüketilen Kızılkanat yok. Dağ başındaki ırmaklara kadar yayılan ve elle dahi tutularak sacda kendi yağıyla pişen ‘fakir ekmeği’ Göğce de yok. Yalnızca sazan, ‘dişli’ denilen ‘canavar’a pullu/sert derisi sayesinde direnebilen tek balık olarak gölde hayatını sürdürüyor.
‘Dişli’ onun da yavrusunu yiyor. Dolayısıyla büyükleri avlandığı için sazanın da sayısı giderek azalıyor.
İlgili ve yetkililer durumun ciddiyetini yok olan balık türleri açısından çok, yeterince beslenemediği için üretimi yani avlanma tonajı düşen ‘dişli’ açısından değerlendiriyorlar.
Buna bağlı olarak tükenmesi o kadar kolay olmayacak yeni sazangil ‘yem balıkları’ atılıyor. ‘Dişli’yi doyurmak için. Böylece ‘yetkili' insanlar, bozdukları doğal dengeyi kendi oturtmaya çalıştıkları bir ‘sun’i denge’ ile telafi etmeye çalışıyorlar.
Fakat sade Beyşehirli açısından olan olmuş durumda. Onlar ‘dişli geldi, burada hayat bitti’ diyorlar.
Daha önce de hem yerel, hem de ulusal kamuoyuna yazılı ve görsel basın aracılığıyla yansıyan ‘dişli’ balığın Beyşehir Gölündeki ‘kanlı’ macerası özetle böyle.
“Peki ama ‘dişli’nin böylesi bir ‘terminatör’ işlevi göreceğini kim bilebilirdi ki; dolayısıyla ortada ‘çevrekırım' olarak nitelenebilecek ‘bilinçli’ bir girişimden çok öngörü eksikliğinden kaynaklanan bir yanlış uygulama yok mu?’ diye sorulabilir.
Ne yazık ki hayır. Olup bitenler masum bir hata olarak mazur görülemeyecek vahimlikte. Çünkü, Beyşehir Gölünde oynanan ‘oyun’ daha önce Eğirdir Gölü’nde sahneye konmuştu.
Yine bir kısmı endemik olan yaklaşık on tür balığın yaşadığı Eğirdir Gölüne de aynı ticari-endüstriyel amaçla 1955 yılında sudak aşılanmış ve yukarıda Beyşehir Gölü için naklettiğimiz yokoluş öyküsünün aynısı orada daha önce yaşanmıştı.
O kadar ki, 1970’lerde Eğirdir Gölünde diğer balıklar tükendikten sonra, gölü ‘rehabilite’ etmek için atılan yeni sazangil balıklar dahil Beyşehir Gölüne şimdi ekilenlerle aynı.
Yani ‘tecrübe’ ile sabit bir yanlış, tekrar edildi. Sudaktan ekonomik gelir kaynağı olarak yararlanmanın hem kısa ömürlü, hem de bir doğal kaynağın ciddi ölçüde tahribatına yol açan ağır bir bedeli olduğu bilindiği halde, inanılması güç bir kararla Eğirdir Gölü’nün ‘bittiği’ (daha doğrusu ‘bitirildiği’) noktadan Beyşehir Gölü için aynı sürece işlerlik kanalıyla aynı ekolojik katliamın bir kez daha yaşanmasına göz yumuldu.
Aslına bakılırsa, Türkiye’nin iç-su kütlelerine Sudak aşılanmasının adeta bir resmi politika haline geldiği de söylenebilir.
Yetkililer, adına Sudak denen bu ‘canavar’ı çok sevdi, sırasıyla 1955te Eğirdir Gölü’nü, 1960’ların sonlarında Hirfanlı Baraj Gölü’nü, 1971’de de Seyhan Baraj Gölü’nü Sudağa ‘boğdu’lar. 1980 başında da ‘boğulma’ sırası Beyşehir Gölüne geldi.
Evet, teşbihte hata olmaz: Beyşehir Gölü’nde de ‘dişli’ artık kendisini yiyip tüketmeye başladığında, dolayısıyla bu ‘bile bile lades’ oyununun son perdesine orada da varıldığına göre, şimdi herhangi gölün ‘boğulması’na karar verileceğini, bu dehşet verici ölüm piyangosunun bu defa yaşadığımız coğrafyanın neresindeki şıkırtılı su kütlesine vuracağını endişe içinde bekleyebiliriz demektir.”


